AH, BİR UYUYABİLSEM!





Ne yapsam olmuyor, ağırlaşan göz kapaklarımın altında uykudan başka her şey var. Çocukluğumdan kalma anılar, gençlik yılarımın efsaneleşen öyküleri ve kaygılarım. Anıların ortasında son fotoğrafındaki hüzünlü ifaden, pencereden akan yolu gözlerim kapalı izliyorum. Yolculuk hiç bitmeyecekmiş gibi sandım bir an.

Biraz uyuyabilsem!

Kendime çok benzetirdim seni. Bakışlarını aşağıya çekip hüzünlü gösteren çizgilerin vardı. Çok güzeldin. Elimdeki fotoğrafına bakıyorum saçların taranmamış, yine eskisi gibi bukle bukle omuzlarında. Siyah renk değil artık, avuçlarınla solgun ak saçlarını arkaya atarken objektife gülmüşsün. Vapurda mısın, hava da rüzgârlı gibi.

Sen, memleket diye aklımda kalan dargın tozlu sokaklarda tek bekleyenim, tek can dostumdun kuzenim. Acısıyla tatlısıyla birlikte yaşadığımız yirmi beş yıl, çok özlüyorum su gibi akıp giden maziyi.

Ah, bir de şu yol bitse!

İkide bir durup, kaldırım kenarında birbirleriyle vedalaşan yolcuları alıyoruz otobüse. Şimdi binenlerden biri yanımdan geçip arkaya giderken, “gözlerim kapalı” hissediyorum, bir kadındı geçen. Koltuklara tutunarak çekingen, ağır ağır “bayan yanı” arıyor.

Nane kokusu bırakıyor kadın arkasında. Babaannenin yemeklerini, üzerine nane serpilen yoğurt çorbasını, bahçedeki asmanın altına kurulan cümbür cemaat akşam sofralarımızı anımsıyorum. Çocukken yaptığımız yaramazlıkların cezalandırıldığı akşam yemeklerini!

“Bugün komşular dalgakıranda dolaşan iki kızı size benzetmişler?”

“Benzetmişler işte, biz değildik!”

“Sen sus bacak kadar boyunla konuşma! Feride cevap versin.”

“Bu hafta görüşmeyeceksiniz. Birlikte görürsem bacaklarınızı kırarım. Zehra kızına sahip çık! Feride'yi de kendine benzetmesin!”

Babaannen hep ayırmaya çalışırdı bizi, cadı kadın. Nasıl katlanırdın, nasıl yaşardın o kadınla hiç anlamazdım. Anneannem olmasına rağmen beni hiç sevmezdi. Ona göre bütün yaramazlıklar benim başımın altından çıkıyordu. O yüzden seni severdi, ah bir de bana uymasan!

“Oğullarının çocuklarını sever o!” derdi annem. Dayımın işleri bozulunca seni yanına almıştı. Babanın işleri hiç iyi gitmezdi zaten. Kumar mı oynardı baban Fahriye? Unutmasam da geldiğinde sorsam! Gencecik öldü gitti adamcağız, nedenini hiç kimse bilememişti. Hiç konuşmazdık ki böyle şeyleri o zamanlar. Bambaşka bir dünyada yaşardık sanki. Dargın ve hüzünlü çocukların dünyasında! Aykırı ve uyumsuz bulunup azarlanan başka dargın ve hüzünlü kızları bazen aramıza alsak da, aslında o dünya ikimizindi.

Issız geceler hep bizimdi. Daha ufak yaşlarda başlamıştık el ayak çekilince gizli işler çevirmeye, aykırı kızlar olmaya, ailemizi şaşırtmaya ve korkutmaya. Bizim evin merdiven altındaki küçücük mekânımızda, büyü yaparken kullandığımız taşlar, düğümlenmiş iplikler, kumaş parçaları, cam kırıkları, gazoz kapakları. Günün birinde kaçıp gitmek için çalıp biriktirdiğimiz paralar, bizi kızdıranların çayına, çorbasına kattığımız kullanılmayan ilaç tabletleri, komşumuz Fatma nineden aşırdığımız “bir numaralı dehşet aracımız!” sülük kavanozları: büyüdükçe sigaralarımız, kitaplarımızın arasına bahçeden kopartıp koyduğumuz çiçekler, bira şişelerimiz ve romanlarımız saklı olup, kurduğumuz salıncaklar uçar bulutlara değerdi. O nadide eşyalarımızı da hayali sandıkta saklardık, kimse görüp almasın diye. Ne iyi oldu da aynı bahçe içinde ki evlerde oturduk ve ikimiz birlikte büyüdük. Sen olmasaydın ben nasıl çocuk olurdum ki?

Her kokuyu, rengi, sevinci, oynanan en güzel oyunları seninle hatırlıyorum. Ve tabii hüznü! Kaybetme korkusuna bulanmış o kaprisli, o bencil, o çocuk hüznünü.

“Ayşen’le sinemaya gideceğiz. Okul çantamı merdiven altındaki mekânımızda saklar mısın?” dediğinde, nasıl da kıskanırdım onu ve aramıza giren Ahmet’i. Ama söyleyemezdim, “sinemaya birlikte gitsek!” diyemezdim.

“Yeni arkadaşın Ayşen iyi bir kıza benzemiyor. Böyle devam edersen okuldan atılacaksın!” diye söylenirdim ondan uzaklaşman için.

“Sen git diplomanı al, ben zaten yakında Ayşen’lerin pastanesinde işe başlayacağım, ağabeyi söz verdi.”

Ağabeyi bahane! İlk işiyle başlayacak yeni hayatında elbiseler, ayakkabılar, çantalar ve devamında çoluk çocuğa karışmak üzere evlilik. Ahmet, bütün aykırı düşlerin sonu ve herkes gibi yaşayıp gidebilmek için güvencesiydi sakin sahil kasabasında.

“Neden dayandık o kadar dayağa, hırpalanmaya, aşağılanmaya. Depoda farelerle saatlerce oturduğumuz geceler boşuna mıydı, teslim mi oluyorsun!”

“Çocuk değiliz artık, biraz da ilerisini düşünmem gerek. Bıktım babaannemin evinde sığıntı gibi yaşamaktan. Sen de bırak artık şu ‘sağ-sol’ davalarını, kendini kurtarmaya bak.”

“Ahmet’le evlenmek mi ‘gelecek’ dediğin şey? Yapma Fahriye! Hani çekip gidecektik buralardan?”

“Seninle olmak istemediğim için mi bu telaşın? Karışma bana! Karar verdim, evleneceğim.”

Anlattı demek. Benim anlatmamdan korktu belki de. Evet, önce benimle beraber olmak istemişti Ahmet. Teklifini hemen reddetmemiş, “bilmiyorum, düşünmem lazım” demiştim. Ama onunla olmazdı ki zaten, solcu değildi biliyorsun. Sana yaklaşmasını engellemek için oyaladım onu belki de. Pastaneye ilk gittiğim gün arka bahçedeki ıhlamur ağaçlarının altında görmüştüm ikinizi. Sen de beni görmüştün ama kıskandırmak için inadına öpüşmeye devam etmiştin.

“Babaannene söyleyeceğim!” diye bağırmıştım ama kimseye bir şey söylememiş, dünyanın öbür ucuna gitmek istemiştim o gün. Sonrasında senden, ailemden ve her şeyden kurtulmak için yürüyüşlere, eylemlere katıldım. Tutuklandım hapse girdim, acı çektim, işkence gördüm ama yılmadım. Bir gün gene bir araya geliriz ümidiyle hayata sımsıkı tutundum.

Sevgili Fahriye! Ellerinle kaç hamur kardın, kaç kurabiye ve pasta yaptın? Alnının teri, ellerinin mahareti hasta ziyaretinde, misafirlikte, nişan töreninde ağızlara tat oldu mu hiç? Üç numara tıraşlı kafaları güneşten kararmış, erkenden yaşlanmış solgun yüzlü çocukların otogara yanaşan otobüslere: “Pişmaniyeci geldiiiii!... İzmit’in meşhur pişmaniyeleri! Taze poğaça, taze simiiit!…” diye sattılar mı yaptığın mamulleri?” diye sorarım düşünceleriyle dalmıştım. Otobüs yine durunca, “Gebze’deyiz galiba!” dedi arkadan biri. Hem acıkmış hem de susamıştım, aceleyle otobüsten indim. Gazozumu içerken aklıma yine sen geldin.

İstasyon caddesindeki açık hava sinemasına Dean Martin, Frank Sinatra ve Sammy Davis’in başrollerini paylaştığı “Robin and the 7 Hoods” filmi gelmişti. Beyaz leblebiyle, Uludağ gazozumu alıp, üçüncü sıra başındaki yerime oturdum. Babaanneni atlatıp sonunda sen de geldin. Çiçekli maksi eteğin, kocaman halka küpelerin ve kemik rengi kalın bileziklerinle karmakarışık kıvırcık saçlarını savurarak.

Seni de hep bekletiyordum. Ben hep seni beklettim, hemen gelemedim. Mahpus damında gardiyan vardı, demir parmaklıklı kapıları tutmuş, bırakmazdı. Nezaret, parmak izi, ifade derken iki günüm ziyan olmuştu. Nasıldı oynadığımız o tekerlemeli oyun? “Aç kapıyı gardiyan aç kapıyı. Kapı hakkı ne verirsin, ne verirsin? Arkamdaki ziyan olsun, ziyan olsun. Bir fare, iki fare üçüncü de yakalandı fareeeee!”

Eskiden, çok eskiden hayat hep Nisandı. Çılgın bir yağmur, gök gürültülü sağanak bizi sırılsıklam ıslatır sonra güneşe sererdi narçiçekleri gibi. Gökkuşağı gererdi üstümüze, bir ucu dağlarda bir ucu denizin mavisinde. Altından geçerdik el ele, yanaklarımız pembeleşinceye kadar koşardık papatyaların arasında. Sahilin bir ucundan öteki ucuna koşarken yorulurduk, yosun kokan kumların üzerinde.

Otobüsün penceresine yumuşacık mavi bir denizköpüğü değdi sanki. Kıyı mı var aşağıda? Bir liman. Bak! İskelenin kenarındaki Asmalı Kahve’nin önünde denize koşuyoruz çığlık çığlığa. İnadına yapar gibi basma kumaştan dikilmiş eteklerimizi ıslatarak. Gene beyaz kumaştan dikilmiş donlarımızı da. İnadına dalgalardan kaçmadan! Yaşamak çocuk olmakken, anılara vurup-vurup dönmekken; bir ipi çevirip atlamakken, topaç çevirmekken birlikte, kanayan dizine, koluna ağzımı dayayıp öpmekken yaşamak! İşte varmak istediğim nokta. Mesafelerin keskin ucunda hayatımdan kesip çıkardığım yıllar, puzzle parçaları gibi yeniden yerlerine yerleşsin istiyorum. Bütün ayrıntılarını sevmesem de korkmadan bakayım istiyorum geçmişin gözlerine. Tamamlanmak istiyorum artık, anlıyor musun?

Dönüyorum.

Dönüşüm yıllarındayım zaten Fahriye. Günler tarafından izleniyorum. Dakikaların bile sıkı takibindeyim. Öyle tereyağından kıl çeker gibi değil artık var olmak. Her saniyenin bile bedeli var. Seni de köprülerden geçirip karşı dağlara attı mı zaman? Olur olmaz yerlere taşıdı mı böyle? Azıcık bir heyecan duyduğunda yüreğin çarpıyor mu? Yangınlara batıyor musun benim gibi? Doğurganlığın veda mevsimi işte... Yaprak kımıldasa bölünen gece uykularım, beni bulutlara sarıp koruyan gündüz düşlerim ve kalbimi hiç unutturmayan çarpıntılarımla gün gelip ölmeyi isteyebilmek nasıl olur biliyorum artık. Hayatımı aldım, kabul ettim sonunda. Anlaşmalar imzalandı, gemilerim limanda alesta bekliyor. Saçlarımı tararken aynadan bakan kadında, o kız çocuğu gizli. Kadınım şimdi, hem de hiç olmadığım kadar. Çizgilerim derin, yüreğim duyarlı, kırılgan; daha sabırlı oldum ve hoşgörülü. Rüzgâr çıkınca, bahçede ağaçlar sanki bir türkü tutturur. Ve sen, bir kenara ittiğim tüm hayallerin yaşanabilir olduğunu ispatlamak için çıkıp gelirsin. Ama oturmazsın, vaktin hep azdır. Her gelişinde beni yeni bir şeye ikna edersin. Bir çıkışa ya da çıkmaza...

“Ahmet kumarı bırakmadı. Çocuklar büyüyüp gideli beri konuşacak bir şeyimiz de kalmadı. İyice içine kapandı artık. Biliyorsun zaten oldum olası pek konuşkan değildi. Bazen günlerce konuşmadığım oluyor. Sesimi unutuyorum. Kendi sesimi başkalarının sesleri ile karıştırıyorum. Sesim var mı hâlâ, seslenebilir miyim? Sessiz-sessiz konuşup rüzgâra katıyorum alasın diye.”

Böyle yazmışsın son mektubunda. Sesini aldım. Açık penceremden içeriye dolan iğde ağaçlarının kokusuna karışmıştı, bal tadında ve sarının en solgun tonundaki anılarıma yağdı. Eski yıllarda ne çok anlatırdık değil mi? Ne büyük heyecan, ne tükenmez bir tutkuydu konuşmak. Filmler, romanlar, hikâyeler dayanmazdı bize. Hayaller sesimizde gerçek olurdu. Kar, parıltılı ışıklarıyla kasaba sokaklarını kapladığında düş değildi kış geceleri gördüklerimiz. Anlattıkça dünyamız büyür, ufkumuz açılır, hayallerimiz çoğalırdı. Bizi kasabadan dışarıya kaçıran gizli yollardı o tükenmez hikâyelerimiz. Çocukluktan çıkıp büyümek için bir de Ahmet amca gerekliydi. Yaz gelince her akşamüzeri lambalı radyosundan sokağımıza şarkılar-türküler dağıtırken, yeşil evinin bahçesinde çiçekleri sulayan Ahmet amca. Şarkılar-türküler tutmayı orada öğrendik. Sonra, tuttuğumuz şarkı ve türkülerde soyunup bıraktık çocukluğumuzu. Şarkılarımız hüzne karışırken büyümüştük. Orada hiç yanılgı olmaz. Tırnaklarını geçirip yakalarsın hayatı. Etinde hiçbir acı iz bırakmaz. Koşarken yaraların da kanamaz. Anlarsın ki, yeryüzü son şeklini almamıştır henüz, yeniden yaratılmak için eline düşmüştür. Bir türlü istediğin şekli veremez kahrolursun. Hüznüm önce öfke oldu bu uzun koşuda kuzenim ve öfkem ağır-ağır eridi akıp giden gençliğimle beraber. “Ben koşamadım” deyip, hayıflanma olur mu? Mademki bugün ışıklar içinde yeniden yükseldi, “keşke” yok; öyleyse “belki” var. Nice baharlar ve hazanlar var üzerimizde açıp solacak. Bir hediye paketi gibi merakla kurdelesini çözmek var eskidikçe tadı gelen yaşamın. Bir bak, gökyüzü nasıl mavi nasıl beyaz bulutlarla kaplı Fahriye!

“Biraz param olsa artık bir gün bile durmam Ahmet’le. Bu yaşta maceraya atılmak da zor işte!”

Bu satırlarını okuduğum günden sonra para biriktirmeye başladım. Gel, o kasaba kendisini birlikte terk edebileceğimizi görsün artık. Solgun kırmızı tuğlalı duvarların arkasına saklanmış mahallede yeniden buluşalım. Bu akşam ıhlamur ağaçlarının altında anılar ve kahkahalar eşliğinde demlenirken, bırak içimizdeki küçük kızları salalım ortalığa. Gidip düşlerinin peşine takılsınlar. Namusları bacak aralarından çıksın artık, bedelini ödedik bitti çoktan. Yarın bavulunu hazırlarken merdiven altında yazdığımız şiirleri hatırla. Kahve yaparım sana, falına “Üç vakte kadar yol gözüküyor!” diye yalanlar uydururum. Hani hep gitmeyi hayal ettiğimiz balıkçı köyü vardı ya, işte orayı ararız birlikte. Küçük bir köy evi kiralarız, beyaz badanalı bahçe duvarının dibinde sebzeler yetiştiririz. Kedilerimiz, köpeklerimiz belki bir de keçimiz olur. Komşulara gider, dedikodu yaparız. Kış gelince istersen seyahatlere çıkarız. Âşık olur, birbirimize sevgililerimizi anlatırız yine eskisi gibi. Hamile kalmaktan korkmadan seviştiğimiz ve çocukların sınavını düşünmeden uyuyacağımız gecelerimiz olur. Sabahları bahçedeki tulumbada birbirimizi ıslatarak yıkanırız, çıplak ayakla çamurlara basarız.

Eskiden bir kahve açalım isterdin, ellerimizle yaptığımız kurabiyeleri dağıtıp, akşamları ise dost gönülleri bir araya getiren. Hâlâ istiyorsan eğer, zamana küsmeyen eski bir radyoyu dinlediğimiz ve çaylarımızı tangır tungur karıştırıp gürültüyle içerek babaanneni kızdırdığımız kahvaltıları hatırlatan bir kahvemiz de olur.

Gelir misin Fahriye?

Cesaretin ve isteğin son mektubundaki gibi taze mi? Yatağını bulmuş, çağlayan iki ırmak olup birlikte akar mıyız bunca karanlığın üstünden aydınlığına doğru? Eskiden bakışlarımızı birbirimize benzetirlerdi ya hep. Gelişin yaklaştıkça meraktan ölüyorum canım, acaba ilk karşılaşmamız nasıl olacak? Artık bize ait olan bu kitabın sayfalarını doldurmaya başlayabiliriz kaldığımız yerden, hiç ayrı düşmemişiz gibi. İkimiz aslında hiç ayrı olmamıştık. Kâbus dolu günlerimizde bile biz hep birdik. Önümüzde çok beyaz sayfalar daha var dolduracağımız… Bu mutlu bir son değil, mutlu bir başlangıç olacak. Merdiven altında sakladığımız anı sandığını açıp, kitaplarımızın arasına koyup kuruttuğumuz çiçeklere hüzünle bakıp, kullanamadığımız yeşil hayatımızı canlandırıp ikinci baharımızı yaşayacağız.



Betül Erdoğan

Yorumlar

Popüler Yayınlar