Avlu.
Güzel bir avlu vardı, eskiden çok eskiden…
Ben o küçücük avluda oynardım hep kendi kendime. Olmayan çiçekleri sulardım hayalimde ve kedimiz SARI hep tok hep temiz gezerdi benimle birlikte.
Üst kat saatlerimi hep hayal kurarak tüketir, gelişini beklerdim Babamın. Elbette ki akşam olunca gelirdi. Geldiğinde de, direk üst kattaki çalışma odasına çıkar binlerce kitabın sıralı olduğu duvardaki raflara bakıp, BİRİNCİ marka sigarasının dumanını içine çekerek şiirler yazardı.
Ona hep ihtiyacım olurdu.
Büyümüştüm ama o ihtiyacım hiç bitmemişti.
Uçsuz bucaksız bir orman gibi gelirdi bana yaşadığımız İkizler Sokak.
Derdim ki; “Benim babam bu ormanda bir oduncu olmalıydı, kendi adını taşımalıydı. Akşamları mutlaka evinde, bizlerle uyumalıydı. Çocuklarını korumalıydı.”
Bırak bir düş ormanını, babamız bizi koruyamadan erkenden gidiverdi.
Sebzeciler, kumaş satanlar, karpuzcular ve kalaycılar uğrardı ara sıra sokağımıza hepsi bu kadar. Biz-bizeydik ama babam yoktu. Böylece, yaşlanıp ölümü beklermişiz gibi gelirdi bana o saatler.
Güzel bir avlu vardı, bahçesinde hiç çiçek olmayan.
Uykusu yıllarca sürecek üç yatak odası, babasız, korumasız.
Güzel bir avlu vardı, yaz günleri tepeden güneş alan yakıcı. Eskidendi, çok eski…
Ben o avluda oynardım kendi kendime; kendi kaderimle babamın gelmesini bekleyerek.
Yıkılan binalara çok üzülürdüm çocukluğumda, yeni yapılanların o boşlukları doldurmalarına da!
Küçücük avlusu olan iki katlı evimiz yıkılıverdi bir gün. O yıkılışla anılar daha da yoğunlaştı hiç akıllardan çıkmadı. Sonra insan alışıyor, varlıklara da; yokluklara da.
Ya yenisine? Kasvetli ve keder yüklü olanlarına?
Dört duvar baba, bu dört duvar yaktığın çocukluğumun külleriyle isli-gri hâlâ.
Betül ERDOĞAN
Yorumlar
Yorum Gönder