BABAANNEM VE BEN!
Yüzüme anlamsızca bakıp, ayrılmak istediğini söyledi ve gitti.
O an ne cevap vereceğimi bilemedim. “Neden?” diye bile sormadım.
Bizim aşkımız üniversite yıllarında başlamıştı.
Yıllarca birbirimizden hiç ayrılmamıştık. Şimdi, evliliği düşündüğümüz bir anda beni terk etti.
Şoka girmiştim sanki bacaklarım tutmuyor, vücudum beni taşımıyordu.
Ne kadar yürüdüm, ne kadar kilometre yol kat ettim bilmiyorum.
Eve vardığımda, kapıyı açar açmaz yere yığıldım.
'Yavrum, Seda! Sen mi geldin kızım?'
Babaannem sesleniyordu.
O kadar yaşlıydı ki, yürümekte zorlanan kadın ağır adımlarla yanıma geldi.
Gözümden sicim gibi yaşlar boşalıyordu konuşamıyordum.
“Kızım ne oldu?”
Ailemi trafik kazasında kaybedince, babaannemle yaşamaya başlamıştım. O benim için çok değerliydi. Babaannem hiç evlenmemiş. Babamı üç günlükken evlat edinmiş kendi çocuğu gibi sevgiyle büyütmüş, okutmuş, evlendirmiş.
Hayatında torunu olarak bir tek ben vardım ve onun için çok değerliydim.
“Bir şey yok babaannem iyiyim ben!”
“Yoo, kızım iyi değilsin. Ne oldu, neden böyle ağlıyorsun? Gel anlat bana.”
Kolumdan tutup beni kaldırmaya çalıştı.
“Sen benim biricik torunumsun, ne olur anlat kızım hadi.”
“Babaanne, Murat beni terk etti. Nişanı bozdu yani.”
Hıçkıra hıçkıra ağlamalarım devam ediyordu.
“Kavga mı ettiniz ne oldu?”
“Yok, kavga etmedik. Sadece ayrılmak istediğini söyledi ve gitti!”
Babaannem ile aramızda önce derin bir sessizlik oluyor. Ağrıyan belini, bacaklarını tutuyor, sonra başını kaldırıp yaşlı gözlerime bakıyor.
“İçim yanıyor babaanne” diyorum.
“Tabi ki yanacak kızım. Hem de çok yanacak, ölür gibi hissedeceksin. Ayrılık acısının sessizliği oturacak içine. Davetsiz misafir gibi hissedeceksin. Gitmesi için yalvaracaksın, ama gitmeyecek.'
“Babaanne!..”“
“Dur kızım, lafımı bitireyim. Şimdi bu çektiğin acının, bu hayal kırıklığının, bu ayrılığın ölünceye kadar seninle birlikte yaşayacağını sanıyorsun, öyle değil mi? Peki o zaman, sana hiç bilmediğin hayat öykümü anlatacağım, sabırla dinleyeceksin ama anlaştık mı?”
“Ne öyküsü babaanne? Hiçbir şey anlamıyorum.”
Gözlerimden akan yaşları kurulayıp dinlemeye başladım.
“Seneler, seneler öncesine gideceğiz birlikte.
Sana o zamanlar 18 yaşında olan, liseyi bitirmiş, üniversite sınavına hazırlanan içine kapanık babaanne'nin hikâyesini anlatacağım. ”Babaanne senin mi?”
“Evet, benim hayat hikâyem kızım. Babaannenin hikâyesi...
“18 yaşında, liseyi yeni bitirmiş, evde anneme yardım eden, sosyal bir yaşantısı olmayan bir genç kızdım. Bu nedenle erkek arkadaşım da hiç olmamıştı. Evden dışarıda çıkmazdım pek. Bakkala gider, alışveriş yapar, tekrar eve dönerdim. Zaten tek isteğimde üniversite sınavını kazanmaktı. Uzakta olan yakın arkadaşlarımla da mektuplaşmaya başlamıştık, yalnızlığımı bir nebze olsun hafifletiyorlardı.
Kapının çalınmasını beklerdim hep mektup gelecek ümidiyle.
Gene bir gün zil sesiyle heyecanla kapıyı açtım.
Karşımda duran adamı görünce çok şaşırdım çünkü postacı değildi.
Kumral, 1.80 boylarında, hafif uzun saçlı, kahverengi gözlü bir gençti. Görür görmez kalbim hızla atmaya başladı, hoşlanmıştım ondan. O yaşa kadar hiçbir erkekle arkadaşlığı olmamış bir genç kız için büyülenilecek bir durumdu bu.”
Elinde bir mektup vardı ve bana uzattı.
“Bu mektup galiba sizin, yanlışlıkla bana gelmiş!” dedi.
Mektubu elime verdiğinde gözlerinde kaybolduğumu hissettim.
Sonradan öğrendiğim ki, bizim yan komşumuzmuş yeni taşınmış.
Arkadaşlarıma bile mektubumda ondan bahseder olmuştum.
Komşumuz gençle, sık sık karşılaşıyorduk ve sadece “merhaba!” diyorduk birbirimize.
O bile yetiyordu bana.
Hiç tanımadığım bir erkeğe aşık olmuştum ve başka kimseyle konuşmuyordum onunla konuştuktan sonra.
Sanki, başkasıyla konuşursam sesini unutacakmışım gibi gelirdi bana.
Beni yolda görse tanımayacağı biriydim belki de.
Önceleri arkadaşlarımdan mektup gelecek diye heyecanlanır, kapıyı o heyecanla açardım, artık durum değişmişti, onu görebilme umudum ile için heyecanlanıyor, aynanın karşısına geçip süsleniyor, her gün bir umutla görmeyi bekliyordum.
Bakkal'a bile günde iki-üç kez gider olmuştum karşılaşırız umuduyla.
Adı İsmail’di.
Tam 5 ay boyunca pencere kenarından ayrılmadım.
Arkadaşlarım, mektuplarında bir bahaneyle bile olsa onunla konuşmam gerektiğini söylüyorlardı.
Derslerimi de iyiden boşlamaya başlamıştım, ona şiirler yazıyor, denizleri anımsatmasa bile, dağların kış rengi olan kahverengiyi anımsattığı için kahverengi gözlerini anlatıyordum.
Bir gün, postacı geldiğinde kapıya çıkmıştım ki İsmail’i gördüm. “Yine mektubunuz var galiba?” Dedi ve gülümsedi.
Bembeyazdı dişleri.
Ona hayranlıkla bakıyordum her karşılaşmamızda.
Hislerimi anlayacak diye de çok korkuyordum.
Bir gece, pencereme ufak bir taş atıldı.
Çok şaşırmıştım.
Kim olabilirdi ki gecenin o saatinde?
Usulca kapıya gittim ve açtım. Kimse yoktu.
Kapının eşiğinde bir zarf duruyordu.
Zarfın üstünde sadece ismim yazılıydı.
“Yarın öğlen 12.00’da sahilde buluşalım mı?” yazmış.
Altındaki ismi görünce kalbim öylesine atmaya başladı ki kendimden korktum.
Sahil, evimize çok yakındı, tanıdık birileri tarafından görünmek bile korkutmadı.
Gittim, saat tam 12.00'da...
Beklemeye başladım
Bir kahve söyleyip, hiç yapmadığım şeyi yapıp sigara içtim.
Oysa ağzıma bile koymuyordum, ne kahve ne sigara.
O, o an benim sigara ve kahveye tiryakiliğim olmuştu.
Derdimi iyice çekiyordum ciğerlerime...
Bekledim kahve gözlümü, bekledim, bekledim, gelmedi.
Hayal kırıklığı içinde eve koştum.
Bir hafta süreyle hep penceredeydim.
Onu hiç görmedim.
Penceresinde akşamları hiç ışık olmuyordu, gündüzleri ise hiç açılmıyordu.
Bir hafta sonra, kapısı açıldı içerden eşyalar taşınmaya başladı.
Çılgın gibiydim koşarcasına gittim.
Yaşlı bir amcaya dayanamayıp sordum, “siz kimsiniz, İsmail nerde, ona ne oldu?”
Yaşlı amca,
“O vefat etti!” dedi.
“ O benim torunumdu hanım kızım torunum.
Geçen hafta, evden sahile giderken bir araba çarpmış ve hemen oracıkta ölmüş!”
O günden sonra, sürekli kahve ve sigara içtim.
İçersem hemen ölecekmişim ve hemen ona kavuşacakmışım gibi geliyordu bana.
Artık arkadaşlarımdan gelen mektupları bile okumuyordum.
Biz o mektuplar sayesinde tanımıştık birbirimizi.
Ağlamaya bile dermanım yoktu.
Annem ne olduğunu anlayamaz, halime acır üzülürdü.
Üniversitede, Edebiyat okuyordum.
Derslerime asılmaya karar verdim bir gün.
Başarmıştım ve kendimi çok başka yerlere görüyordum.
“Onu unutmuş muydum?” asla!
Yeni çevre, yeni arkadaşlar, yeni dostlar ile içime kapanıklığımı atlatmıştım.
Okulumu başarıyla bitirip öğretmenlik yapmaya başladım.
Pek çok talibim çıktı asla evliliği düşünmedim.
İsmail ile olan aşkım bir ömür boyu sürecekti.
O bana gelirken ölmüştü ve ben ona ömür boyu sadık kalacaktım.
O platonik aşkımı sol yanıma gömdüm.
O gün buluşabilseydik neler olurdu, hayatımda neler değişirdi, bunu da düşündüm. Ama sonunda “kısmet değilmiş' dedim, kısmet değilmiş...
Arkadaşlarımın her biri evlendi, teknoloji ilerledikçe mektubun yerini telefonlar aldı, sonra birbirimizi ziyaret etmeye başladık. “Mesut musun?' diye sorduklarında, “mesudum” demeyi öğrendim. Ama mesut değil, kendi içimdeki mutluluğun parıltısıyla mesuttum.
Yalnızlığımı gidermek için, babanı üç günlükken alıp ona İsmail’in adını verip hayatımı paylaştım.
Kadere bak ki, baban da İsmail gibi kazada öldü.
Kaderden kaçılmıyor ki kızım.”
“Diyeceğim ki benim güzel; yıldız gözlü kızım... Canın yanacak. Çok yanacak.
Unutamayacağını sanacaksın.
Ne acıları ekledim ben üst üste o platonik aşkımın üzerine, annemin, babamın, erkek kardeşimin, ölümlerini...”
Yaşadığımız her gün mutluluklarla sınandığımız kadar acılarla da sınanıyoruz.
Bütün sevdiklerimi kaybettim de kendimi buldum. Olgunlaştım, büyüdüm, babaanne bile oldum baksana...
Senin gibi güzel ve akıllı bir torunum var.
Geçmişi düşünürsen, hayal kırıklıklarına bakıp da üzülürsün. Çok gençsin. Henüz çok genç. Kalbin parçalanıyor gibi hissediyorsun, öyle değil mi?
Babaannemin ellerini öpüp ağlamaya devam ediyordum.
“Babaanne, canım çok yanıyor!”
“Yanacak, bir alev gibi hem de!”
“Unutmak isteyeceksin, unutamayacaksın, kendine kahredeceksin. Ama hepsi geçecek. İnan geçecek.”
“Bak, hava bulutlandı yağmur yağacak sonra güneş açacak. Unutma ki, yağmur sonrası çıkar renk renk gökkuşağı.”
“Şimdi acını yaşayacaksın buna engel yok. Ama hayat devam ediyor.”
“Seni terk giden adam da hayatına devam edecek. Hayatın değişmez kanunu bu…”
“Hadi git, yüzünü yıka kızım.”
“Babaanne seni çok seviyorum…”
“Ben de seni kızım.”
Ben yüzümü yıkamaya gidince, babaannem ağrıyan bacaklarıyla pencere önüne doğru yürüyüp dışarıyı seyretmeye başladı.
Usulca yanına ben de gittim.
Evimizin karşısında deniz, martılar, denizin o tatlı esintisi, ele ele dolaşan sevgililer, çocuklar, genç anneler, babalar…
Martıların çığlıklarıyla bana el sallayan ayrıldığım sevdiğim.
Sanki ayrılık kararından pişman ve
“ Yarın buluşalım mı?” diye soruyor.
“Yarın olsun hele buluşuruz tabi ki!” diyorum.
“Sahi, gelir misin?” diyor.
“Geleceğim” diyorum.
“Söz!”
“Geleceğim!”
Betül ERDOĞAN
Yorumlar
Yorum Gönder