ŞEHİDİM, KINALI KUZUM.
Ellerine yaktığımız kınayla vatan borcunu ödemek için bütün sevdiklerini ardında bırakıp güle-oynaya, gittin. Dağlarda ateşin, yerlerde ölümün olduğu vatan topraklarına. Ne mektup yazmaya fırsatın oldu anana, ne de selam söylemek için vakit bulabildin arkadaşlarına. Sevginle, hasretinle kalbini dolduranlara veda bile edemedin. Sen gittin öylece, bir kez dönüp de bakmadın ardına. Baksaydın, belki ananın ağladığını görür küçük yüreğin dayanamazdı şehidim, oğlum. Yaşın henüz yirmiydi; aklın birçok şeye ererdi ama senin yüzün hasret, yüreğin acı nedir bilmezdi oğul. Daha hiç tanımamıştın acıları. Gelecek adına ümitlerin, hayallerin vardı pembe- pembe. Komşu köyden bir kız sevmiştin, seninle aynı yaşta aynı boyda. Sanki öleceğini hissetmiş gibi söz istemedin kız evinden. “Ne olur, ne olmaz!” ana demiştin. Ümitlenmesin kızcağız. Askere gideceğinden bir gün önce; göğsüne bir kurşun isabet edeceğini, şehit olacağını söyleyip ağlamıştın sessizce. Güzel yüreğin olacakları hissederken, sen kendini çoktan bu dünyadan ayrılığa hazırlamıştın oğlum. Vatan hainlerinin her koldan saldırıya geçtiği bu zor günlerde, vatan için, namus için, Allah için ölmeyi, bir siperden diğerine giderek şehit olup, cennete gitmeyi planlamıştın. Sen çok zayıftın, inceciktin, fidan gibi bir delikanlıydın şehidim kınalı kuzum ama ruhun güçlüydü, imanın güçlüydü, yüreğin güçlüydü. Bu yüzden senin önünde kimse duramazdı. Daha önce hiç silah tutmamıştın ki sen. O narin parmaklı ellerin, güneş yanığından fazlasını görmemişti. Önce silahların demir gibi soğukluğuna alıştı ellerin sonra imansız mevzilerin üzerinize kustuğu cehennem ateşlerine. Hep ürperirden önceleri, ölümü düşündükçe. Asker olduktan sonra, artık seni gören düşmanların ve hatta ölüm bile ürperiyordu karşında şehidim oğlum. Askerliğinin ilk gününde, “Ana sabah hep birlikte kıldık namazımızı” demiştin telefonda. Ardından; “Binlerce asker saf tuttu; yüz binlerce melekle. Vatanı düşmana çiğnetmemek için yeminler ettik. Sen de benim yüreğimde katıldın namaza, benimle iştirak ettin o kutlu ‘yemine’ ana”. Aslında oğlum, kendi cenaze namazını kılıyordun; sen bunun farkındaydın, belki arkadaşların da. Koydunuz başlarınızı secdeye son defa. Mübarek alınlarınızı öptü melekler. Sonra kara topraklar hazırlandı. Sana ölmek emredilmişti; şahadete ulaşmak. O gün çarşı iznini kullanıyordun ve yüreğin gene korkusuzdu oğlum. Dönüp bir kez bile bakmadın sağına-soluna: “Ardımdan kimse geliyor mu?” Diye düşünmedin. Korkuyu unuttun; geride bıraktıklarını da. Sinsi düşmanlardan ve yanındaki meleklerden başka, artık bir şey görünmüyordu sana. Dilinde belki dualar vardı, belinde silahın. Ama yürüyemedin düşmanın üstüne; ezemedin düşmanın başını. Bağrında söndü aldığın yaraların acıları, “gık” bile demedin kınalı kuzum. Düştün al kanlar içinde kara toprak üstüne, sonbaharda toprağa düşen yapraklar gibi. Bedenini bırakıp toprak üstünde, ruhunu sürdün sanki düşman üstüne. Bedeninin ağırlığından, kurşun yarasının acısından kurtulmak o kadar hoşuna gitmişti ki, bir kez bir kez daha ölmek istedin; şehitlik şerbetini defalarca içmek için. Son nefesini vermeden; anan geldi aklına; kardeşlerin, seninle aynı yaşta, aynı boyda olan sevdiğin kızın kapkara gözleri. Kapattın gözlerini yavaşça gülümseyerek bütün dünyaya. Başın düştü bir yana ve ellerin koynunda. Cenazen günler sonra geldi köyüne. Soğuk bedenini verdiler anacığının koynuna. Sarıldım sana, bir daha bir daha sarıldım kanla kaplı yüzünü öptüm kokladım. Yüreğimin ağlamasından, gözlerimden tek damla yaş akmadı. Kardeşlerin, sevdiğin kız ve gökyüzü ağladı sana. Gök o kadar çok ağladı ki toprak ana yağmuru kabul etmez oldu. Ve sonra, askere gittiğinin ilk gününde sizin kıldığınız namaz gibi bizlerde yüzlerce insanla cenaze namazını kıldık, ağladık kana kana. Bilebildin mi şehidim, tabutuna kimler baş koydu, kimler tabutunu gözyaşlarıyla ıslattı? Anan mıydı yoksa sevdiğin mi? Ayırt edebildin mi akan gözyaşlarının kime ait olduğunu sıcaklığından? Gözyaşlarımızın sel olduğunu; sellerin yüreklerimizi seninle birlikte cennete gittiğini gördün mü cennetle müjdelenmiş ruhunun penceresinden? Cenazene katılan herkesi tanıyabildin mi şehidim oğlum? Gördün mü acılı yüzlerini, işitebildin mi ardından edilen iyilik sözlerini? Şaşırdın mı senin için duaya açılmış yüzlerce ellerin çokluğuna? Yaşıtların yoktu; onlar gelemediler acılarından. Cenazeni kaldırmak ihtiyarların ve ailenin güçsüz omuzlarına kalmıştı. Gördün değil mi şehidim, nasıl da yükseklerdesin? Seven omuzlar kaldırdı senin bedenini ve meleklerle birlikte nasıl da taşındı ruhun yükseklere, cennetin yamaçlarına. Olmadığından değil, gerek olmadığından sarmadık seni ak kefene. Bedenin, üzerine attığımız topraklar altında kalırken ellerimiz göklere açıldı, dualar edildi. Bir askerlik resmi bırakmıştın geride; yüzünün inceliğini, fidan boyunu biz zaten kazımıştık beynimize. Acın sindi bütün yüreklere; ruhun değiyordu duaya açılmış ellerimize. Gördün mü şehidim, şimdi, sana vaad edilen cennetin ırmaklarını. Fark edebildin mi, “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” cümlesinin kutsallığını? Ve bildin mi şehidim; seni ne kadar çok sevdiğimizi, özlediğimizi? Bir Mehmetcik ölür, bir Mehmetcik doğar oğlum.
Ne diyeyim VATAN SAĞ OLSUN.
Anan
Yorumlar
Yorum Gönder