Dalından çiçek yediğimiz zamanlar.



Yıllar sonra memleketime gelmenin heyecanını yaşıyorum. O kadar uzun yıllar oldu ki, neredeyse her köşe başını özledim.
Bizim çocukluğumuzda sokaklar kaldırım taşıyla kaplıydı şimdi her yer asfalt olmuş, nedense bu bana hüzün verdi. Köylerden gelen işçiler, yere çömelerek o irili ufaklı taşları çaka-çaka ilerler ve sonra üstüne kum dökerlerdi. Biz çocuklar da onları zevkle izlerdik. Şimdi o taşları da, o işçileri de bulmak zor olsa gerek.
Sabahın çok erken saatinde kalkıp anılarımı tazelemek için yola çıktım. İnsanların çoğu uykudaydı. Benim gibi erkenden uyananları tek-tük sokakta ve Uzun Çarşı’da gördüm. Bizim sokak boştu. İğde ağaçlarının çiçekleri kokuyordu sokağımız. Bizler, o ağaçların çiçeklerini hep yerdik. İğde çiçekleri ağzımızda o kadar güzel bir tat bırakırdı ki, bal yaladığımızı düşünürdük.
Bizim sokakta herkesin evi iki katlıydı ahşaptı. Kimi cumbalı, kimi cumbasız. Bizim ev cumbasızdı ve cumbalı evleri çok beğenirdim. Çünkü onlar pencere önlerine Vita kutusuna ekilmiş sardunya çiçekleri koyarlardı. Renk-renk çiçekleri çok güzel görünürdü.
Herkesin kapısı açık olurdu. Kim kime gitmek istiyorsa kapıyı çalmadan içeriye girerdi. Evlerde mobilya yoktu. Pencere önünde tahtadan yapılmış bir sedir ve ot yastıkların önlerine konulmuş minderler vardı. Yemekler, yere konulan tahta veya bakır tepsilerde ortaya konulan tek bir kaptan yenilirdi.
Yaz günleri, herhangi birisinin bahçesinde, öğleden sonraları çay içilir muhabbet edilirdi. İkindi ezanı okununca herkes evine dağılır akşam yemeği hazırlıklarına başlardı.
Sokağımızı ve başka sokakları dolaşıyorum nemli gözlerimle. Hiçbir şey eskisi gibi değil. Hani, dokunsalar ağlayacağım. Anneannemin sokağına gidiyorum. O sokakta da çok anılarım var. Baktım ki, eski ahşap evlerin hepsini yıkmışlar. Sokağın sonunda sadece duvarları kalmış bir evin cumbasında kocaman yaprakları olan bir çiçek vardı. Ev yıkılınca, sahipleri onu yanlarına almak istememişler herhalde. Belki de; “birisi alır” diye düşündüler. Öylece mahzun yıkık, duvarın önünde duruyor. Kurumaya niyeti yok gibi. Kim bilir kaç uzun yıl evin ahalisine yarenlik etti. Keşke bırakmayıp alsalardı. Belki de evin annesi anılarını yanında götürmek istemedi. Yeni bir evde yeni bir hayata koca yapraklı çiçek olmadan başlamaya niyetlendi. Yıkılan evine göz kulak olsun diye bıraktı belki su verirken konuştuğu çiçeğini. Yeni evinde balkon yok belki de. O da tek başına kaderini bekliyor. Evleri yıkan İşçiler ona dokunmamışlar. Ahşap evlerin bahçelerinde hâlâ ayakta duran akasya ve dut ağaçları hüzünle baktılar sanki bana. Üzeri çiçek ve taze yapraklarıyla neşesizce yolu seyrediyorlar şimdilik. Yıkılmış enkazın içinde hüzünleri göze batıyor, aralarından görünen yıkık duvar önündeki koca yapraklı çiçek insanı hüzünlendiriyor.
Uzun zamandır ilk defa arabasız yol aldığım sokaklarda, yenilenen tanıdık evlerin hepsinin alt katlarının dükkan olduğunu gördüm. Üç katlı yayvan, bahçesiz tek -tük kalan evlerin bahçeleri artık betona dönüşmüş. Giriş katlarının kullanılmadığı gibi, balkonlarında da hayat yok.
Bazen, “ilk çiçek açan ağacı ben gördüm” diye sevindiğim ağaçlar kendilerinden vazgeçildiğini düşündükleri için olsa gerek yaprakları solgun görünüyor. Bahçe duvarlarından sarkan sarmaşıkları gene görürüm ümidiyle adımlarımı hevesle hızlandırdım. Ama nafile. Hiç tanımadığım bir çiçek, kapı önüne konulan bir bakır kova içine dikilmiş dallarını sarkıtmış. Sordum kendime, “neden insanlar çiçek ekmiyor eskisi gibi? Yoldan geçenler koparıyor baş edemiyoruz diye mi uğraşmıyor kimse. Neden balkonlarda ve kapı önlerinde çiçek yok?
Boş verdiğimiz için mi?
Bir araya gelip konuşamadığımız için mi?
Hayat çok pahalı olduğu için, çiçek almaya para ayıramıyoruz diye mi?
Memleketim değişmiş. Güzel kafeler ve alışveriş merkezleri açılmış. Şık kafelerde şık hizmetler sunuluyor. Bugünü kendime hediye etmiştim. Yıllar sonra ilk defa eski alışkanlıklarıma geri dönmek istedim. Tadını çıkarmak istedim. Dayımın fırınının şimdiki haline hayıflanmadan edemedim. Eskiden altıda açık olan nadir yerlerdendi. Hizmeti kalitesiyle denkti. Hâlâ fırın var ama benim ne dayım var ne de alışkanlıklarıma uyan hizmet. Her yeri kapatmışlar. Kapalılıktan, dışarıya hava almaya çıkana her yer dar geliyor.
Bugün sabahın köründe gittiğim ikinci yer ise; koca suyun geçtiği mesire yeriydi. Ne olmuş buraya? Koca suyun çıktığı yere baraj yapılmış ve akan su kesilmiş. Ağaçlar sanki insanlığa küsmüş doğaya hizmet vermeyi bitirmiş. Her ağaca baktığımda çığlık atmak istiyorum. İnsanların buralarda kuzu- kuzu oturup doğanın yok olmasını seyretmelerine dayanamıyorum. Koca suyun kenarında her Allahın günü değişik kesimden insanların boy gösterdiği bir sahil şeridi gibi uzanan mesire yeri artık yok!
Hüzünle dönerken, bir kadına rastladım yol kenarında bulunan tek katlı yapılmış evin önünde. Selamlaştık. Elinde bir tas su vardı. Doğma büyüme buralı olduğunu söyleyen kadın, evin kapısına su dolu kap bıraktığını hayvanların sıcaktan telef olmasını istemediğini şefkatle anlattı. Benim mesire yerinden döndüğümü anlayınca, Belediyenin çalışmamasından şikayetçi oldu. “Binalar yıkılıyor, yeni yapılan binalarla birlikte insanlar da değişiyor, şehrin dokusu değişiyor.” Diye.
Ben değişirken; doğduğum ve çocukluğumu yaşadığım yerin değişiminin yavaş olacağını sanıyordum. Şimdi hızlı değişimin farkındayım belki ben de yavaşladım. Kim bilir?
Kirpiklerimin ucuna gelen gözyaşlarımı kendi haline bırakıp, yürüdüm-yürüdüm…
Betül ERDOĞAN

Yorumlar

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar