ŞİFRELERİYLE AŞK
Buğulu gözlerle pencereden sokağa bakıyorum.
Ne çok insan var ve ne kadar kalabalık. Herkes aceleyle bir yöne koşuşturup duruyor. Ne kadar da telaşlılar. Herkes birbirinden bağımsız birbirinden habersiz yan yana yürüyorlar hayata doğru. Yaşamımızın anlık halleri.
Kim bilir kaç insanla aynı havayı soluduk anlık, kim bilir kaç kişiyle hızla çarpıştık yürürken, kaç kişinin anlık görüşüne dahil olduk? Kim bilir kaç kişiyle beraber yolculuk yaptık ve şimdi unuttuk? Milyonlarca sisli-puslu yüz var hafızamda ama sadece beş-on kişi çıkıyor öne, ne kadar kötü. İçlerinde netleşen, netleştikçe de canımı yakan, netleştikçe gülümseme saçan bir kaçı sadece.
Görünmeyen sisli yüzleri yokluyorum hafızamda ama nafile seçemiyor, geçmişte gördüklerimi şimdi göremiyorum.
Kendimi zorluyorum günler boyu ve sisler arasından birden çıkıveriyor anılarımdan. İnsanın kendini tanıması için, yüreğinin yalnızlığı tatması gerekiyormuş meğer.
Öyle genç yaşlarda aşk acısıyla odaya kapanmak gibi değil bu. Kendi seçtiğin yalnızlıkta değil. Sevdiğinin artık seni aramaya veya mektup yazmaya değer görmediği, acı çekerek geri dönmenin yalnızlığından söz ediyorum.
Ne kadar acı çekmiştim o zamanlar.
Bu yaz çok sıcak geçiyor buralarda havalar öyle bunaltıyor ki insanı. Sıcaktan dışarıya çıkamıyorum ve bir şeyler yazmak istiyorum.
Anıları bir-bir gözümün önünden geçiriyorken, bunlar sanki beni serinletiyor. Dalıp gidiyorum öyle uzak diyarlara. Bilmediğim sokaklara girip sürükleniyorum bir anıdan diğerine.
Kimi zaman heyecanlandıran, kimi zaman hüzünlendiren.
Maziye baktığımda içimi serinletebiliyorum, hâlâ tebessüm edebildiğim anılarımızın olması içimi rahatlatıyor.
Geriye dönüp, tekrar-tekrar izliyorum o anıları. Tutunuyorum sana sımsıkı, sarılıp uykuya dalmak istiyorum uyanmamak dileğiyle, öyle sığ bir huzurla.
Gözlerimi yumduğumda, senin teninde uyuyor, senin teninde uyanıyorum…
Bana postayla gönderdiğin ilk derginin üst başında; tükenmez kalemle yazılmış “Se” yazılıydı.
Önce anlayamamıştım ne anlama geldiğini.
Ertesi günü de gazete göndermiştin ve onun üst başında; “ni” yazıyordu. Bu dergi ve gazeteler her gün gelmeye devam etti.
“Se-ni se-vi-yorum” cümlesi tamamlanınca, mektuplar yazmaya başlamıştın.
Şehirlerarası bir trendeydik, karşımda oturuyordun.
“Ne kadar hoş bir erkek” diye içimden geçirmiştim.
Gençlik işte! Altı saat süren yolculuğun sonrasında ileriye uzanacak bir Aşk öyküsünün içine gireceğimi nereden bilebilirdim ki!
Seni anlamam için aradan çok uzun yılların geçmesi gerekiyormuş meğer.
Son bir bakışmadan ibarettir ayrılık anı. Anlıktır o bakışmalar. Ama kazınır yüreğin en derinine.
Bir çift göz ne kadar yakabilir ki insanın içini dersin, isyanla karışık bir hüzne bürünürsün sonra. “Unutup giderim” düşüncesi ile savaşırsın.
Lakin değişen tek şeyin takvim yaprakları olduğunu fark edersin yıllar sonra!
İşte böyle bir bakmadır ayrılık anları!
Ama biz ayrılırken bir birimize bakamadık.
Postacının getirdiği bir mektuptan öğrendim ayrıldığımızı.
Farklı insanlardık belki ama ortasını bulabilirdik. Senin din adamı olman veya benim modern olmam ayrılık getirmemeliydi.
Bir yıl süren aşk, gönderilen bir mektupla bitmemeliydi.
Sana karşı yıllarca içimde öfke taşıdım ve seni hiç aramadım.
Yirmi yıl sonra aradığımda ölümünü ve yazdığın kitaplarını öğrendim.
Kitaplarını hemen aldım. Okumaya başlamak zor oldu. Her satırda seni buldum, seni yaşadım.
Kitabın bitmemesi için bazı öykülerini iki kez okudum. Sonlara yaklaştığımda birden; bir öyküde bir SIR gibi kendimi buldum ve gözyaşlarıma hakim olamadım.
Şöyle demişsin benimle ilgili yazdığın öykünün bir paragrafında: “Sen, in burada. Giderken el sallamayı unutma, kahrolurum. Trende bir şeylerin kalmış olsun. Sana camdan sesleneyim. Rüzgar saçlarını savursun. Hava yağdı yağacak. Seni karşılamayla gelen şalvarlı kadın annen olsun. Elin yanına giderken bana son bir şeyler söyle ama rüzgardan anlaşılmasın. Tren yavaş-yavaş kalkarken karışıver kalabalığa. Dönüp ardına bakayım deme sakın. Seni bir daha görmeyeyim. Ama sana yazmadan edemem, izin ver yazayım. Mektupların gelsin bana, kimsesiz bekar odalarına kapanıp gizli- gizli ağlayayım. Yaşlı gözbebeklerinden çekilmiş resimlerde saklayayım anını. Ayrılıklar, yolculuklar sonra ve kavuşmadan önce bir gün silahımı omzuma vurursam dualarından çıkmadığımı bileyim, bu yeter bana.”
Buğulu gözlerimle, hâlâ pencereden bakmaya devam ediyorum. Bir kadın düşünceli- düşünceli ilerliyor caddede. Ne derdi var acaba? Bir genç kız suratını asmış, ona gülümsüyorum. Bir genç erkek de telefonuna öfkeyle bakıyor nedenini anlamıyorum, karşı parkta bir baba kızını salıncakta sallıyor ve ben düşünüyorum.
Senin kızın da ufacıkken babasız kalmış.
Uyanıyorum düşlerimden, yeniden bayat, tarihi geçmiş beklentisiz herhangi bir gün gibi bugüne adım atıyorum.
Tekrardan öyküye dönüyorum ve şifreli satırlarında gene kendimi buluyorum. Acaba bu öyküyü yazarken, “Gün gelir benim kitabımı alır ve bu öyküyü okur ve şifreleri çözer” diye düşünmüş olabilir misin? Ayrılık mektubunda bana; “Öldüğümüz gün, bizim düğün günümüz olacak” demiştin. İşte bununla ilgili yazdığın şifreli o satırlar… ……..B…d…ail…kar…ha…diy…sös…ke…ard…niş…B…Doğ…i…gör…yap…b….yıl….b…niş…kal…s….düğün…d …dü…ğü…nü…müz d…ü…ğ…ü…n…ü…m…ü…z… d…ü…ğ…ü…n…ü…m…ü…z… Ben bu satırlardaki şifreyi hemen çözdüm ama öykünün son satırındaki şifreyi çözemedim. B… k…ev…dön…i…y…s…b…ba…ö… Ve bu şifreli son satırla; Öykü bitti…
Betül ERDOĞAN
1 Temmuz 2014
Yorumlar
Yorum Gönder