Yarim İstanbul'u mesken mi tuttun? (Kütahya türküsü)
Ayrılık!..
O sözcüğü
duyduğumuz ve acısını içimizde hissettiğimiz an irkiliriz. Ayrılık! En iyi
sonuçla biten ayrılıklar bile içimizi acıtır, kalbimizi sızlatır. Gurbet
ayrılıkları birçoğumuzun yaşadığı ayrılıklardır. Senelerini ailesiyle,
sevdikleriyle, arkadaşlarıyla geçirmişken o diyarı terk etmek, terk etmek
zorunda kalmak!.. Onlarsız bir gün geçirdiğinizde o kadar çok yalnız
hissederken onlarsız günler, aylar hatta seneler geçirmek kolu kanadı kırılmış
bir kuşun yaşam mücadelesi gibi. Evlenen genç kız ailesini, sevdiklerini
bırakırken o beyaz gelinliğin içinde gönül üzgünlüğüne boğulur, hiçbir şey onu
tatmin etmez, sevindirmez hatta gülümsetmez.
Bu türkümüzde de,
genç bir gelinin, çektiği gurbet acısına isyanını okuyacağız.
....................................................................................................
Sonbahar güneşi
sarı sarı ışıldıyordu ikindi üzeri,
uzaklardaki mor dağların ardına. Eline alıp su testisini, köyün çeşme başında,
sıraya girmişti. Yedi yıl önce beş altı yaşındaki kızlar şimdi girmişti on iki
, on üçlerine. Düğünleri aynı gün olan, Hatça'yla Zalha'nın üçüncü çocukları
koşup oynuyorlardı.
İçi acıdı genç
gelinin.
Bir çocuğu olsaydı
keşke. Oğlu değil, kızı. O zaman olsaydı şimdiye yedi yaşında olurdu. Çeşmeden
su getirmese bile, evde aşa bulaşığa el atar, ortalığı toplar, anasına can
yoldaşı olurdu. Ama İstanbul gurbetinde yedi yıldır yaşayan eri, istemezdi kız
evlât. Erkek olmalıydı çocuğu. Erkek olmalı babası gibi bilekli, kocaman
kocaman elli, ayaklı, kaşı gözü kudretten sürmeli. Delikanlı olunca, çifte
çubuğa el atmalıydı. Yedi yıldır İstanbul gurbetinde yaşayan adamı böyle
isterdi oğlunu. Adamının soyunu sürdürmeli, köy çocuklarıyla dere kıyısında
güreş tutup, kendi akranlarını yere kabak gibi vurmalıydı:
Gene içi acıdı düşüncelerinden.
Yedi yıl, yedi
koca yıldır İstanbul dedikleri güzeli bol, sefası renkli İstanbul'da ne
yapıyor da gelmek bilmiyordu? Sakın orda
güzel yüzlü, al dudaklı, kara kaş kara gözlü bir topukluya! (?) İçinden ağlamak
geldi birden. Düşünmek istemiyordu bunu. O pençeli, o tuttuğunu koparan, o
boylu poslu erkeğinin bir İstanbul kızına tutulup ondan dolayı sılasını
unuttuğunu öğrense öldürürdü kendini. "Vallaha öldürürüm!" dedi
içinden acı acı. "Günahı, vebali varsa ona. Kaba sakal hoca tevatür günah
dediydi vaazda. Hele böyle bir şey olsun...."
Yanında birisi
belirdi. Kendine gelerek gözyaşlarını sildi elinin tersiyle.
Resullarin Emine
anaydı gelen:
- Ne o kınalı
kekliğim benim? dedi. Öksüzüm, yavrum. Ne ağlıyon?
- Yoook,
ağlamıyorum nene...
Gün görmüş,suratı
kırış kırış nene inanmadı:
- Ağlıyon işte
kınalı kekliğim, sürmelim ağlıyon. Ben bilmem mi ne diye ağladığını? Vefasızın
diktiği fidanlar meyveye geldi. Onunla gurbete gidenler yedinci sefer
dönüyorlar sılaya. O nerde? Hani?
"Kınalı
keklik" gene derinden bir çekti. Güneşin ışıldadığı mor dağlara baktı.
Gözlerinden akan yaşlara dur diyemiyordu gayri. Varsın aksındı gözyaşları Nene'nin
dediği gibi, öksüze bu dünyada gülmek yoktu. Sırtı yelekli, burma bıyıklısı
İstanbul gurbetinde belki de ceylan gibi bir istanbul kızıyla unutmuştu köyünü.
Dili de varmıyordu ama, unutmasa ne diye yedi yıldır dönüp gelmesin? Dönüp
gelmedi diyelim, insan iki satır bir şeyler de mi yazamazdı? İlk gittiği günler
nasıl yazıyordu? Demek unutmuştu? Unutmuştu demek ha? İçin için haykırdı,
hıçkırdı. Genç, yaşlı kadınlar, ellerinin kınasıyla çiçeği burnunda taze
gelinler toplandılar başına. Soramadılar
hiçbir şey. Biliyorlardı. Sorup da ne diye yüreğini büstübün acıtsınlar? Biri:
- Sus bacım,
dedi. Sus! ağlama. Bir başkası:
- Gözlerinden
akıttığın yaşlara yazık!
Herkes bir şey söylüyordu:
- Elin oğlu değil
mi? En iyisinin köküne kibrit!
-Vallaha Amasyanın
bardağı, biri olmazsa biri daha ..
- En doğrusu
bu....
- Dinlemiyor ki!
- Bu gençlik, bu
tâzelik...
- Yedi yıl, yedi
yıl anam. Dile kolay. İnsan eksik eteğini yedi yıl sılasında unutur mu?
Sıkıldı, bunaldı.
Çok çaresizdi. Ağlamıyordu artık. Zaman zaman bu: Mâdem erkeği İstanbul
gurbetinde yedi yıldır unutmuştu onu, o da versin istidayı boşansın bir güzel,
varsındı bir başkasına. Elini sallasa ellisi, başını sallasa...
Duramadı
komşuların arasında. Onüçünde bulup yitirdiği, yirmisine vardığı halde bir
türlü geri dönemiyen adamı için bir sızı hissetti içinde. Testisini koydu
çeşmenin akan suyunun altına. Testi dola
dursun, gittiyse keyfinden mi gitmişti. İstanbul'a? Kör olası yokluk. Düşmanına
avuç açtıran yokluk yüzünden, biraz para kazanıp öküzü ikilemek, birkaç dönüm
tarla daha alıp babadan kalan bir kaç dönümüne eklemek için. O gece, o gece
işte, ertesi gün gidecekti ya hani? Nasıl yatırmıştı koluna! Nasıl okşamıştı
saçlarını, neler demişti? İstanbul gurbetine gidecek, çok değil yazı orda
geçirip, güze, olmazsa kışa koynunda desteyle para, dönecek. O zamana kadar bir
de oğlu olmuş olursa, eh gayri, keyfine son olmıyacaktı!.
Başındaki beyaz
örtüyü çenesinin altında çözüp yeniden bağladı.
Yedi yıl, yedi
koca yıl!
Kocasının isteği
gibi bir oğlu olaydı bâri..
Testisinin dolup
taşmakta olduğunun farkına bile varmadı: Bir oğlu olsa o zamandan bu zamana,
altı yaşında mı olurdu? Kocaman, palazlanmış delikanlı. Akranlarıyla dere
kenarında güreş tutardı belki. Babası
gibi pençeli olur da akranlarını yere kapak gibi mi vururdu? Ekimde tarlaya
birlikte mi giderler, hasat vakti düveni birlikte mi sürerlerdi? Babasının
kokusunu mu taşırdı?
Kınalı keklik kaldın gene. Bak testin doldu,
taşıyor!
Kendine geldi.
İnsanoğlunun aklına şaştı. Gözleri testisinde olduğu halde, görememişti
dolduğunu.
Çekti lülenin
altından. Güldü acı acı.
Tuttu evinin
yolunu. Tuttu ya, şimdi de aklından köyün yaşlıları, gençleri kaynaşmağa
başlamıştı. Her kafadan bir ses:
- Deli anam deli
bu!
- Doğru bacım,
deli..
- Beni yedi
yıldır sılamda unutacak da..
- Ben de hâlâ
yolunu bekliyeceğim onu ha?
Sonra kafa
kafaya, fısıl fısıl bir konuşmalar. Ah bu konuşmalar, ah bu konuşmalar... Evden
içeri girerken, Dursunların Hacı'yı hâtırladı elinde olmıyarak. İnce, kapkara
kaşları yıkıldı sinirli sinirli. Testiyi bıraktı kapının yanına, geçti
pencerenin önünde dayandı duvara sağ omzuyla. Odada kimse yoktu, tek başınaydı
ya, deminki karılar, kızlar, orta yaşlıların hayalleri doldurmuştu odayı. Kor
saçan bakışlarıyla sanki topuna haykırdı:
Dursunların Hacı, Kara Hacı başınızda
parçalansın. Atın yerine eşeği bağlamıyacağım işte, bağlamıyacağım!
Kara Hacı da
neydi ki sırma bıyıklı Ali'sinin yanında? Değil yedi yıl, on yıl dönmese
sılasına, onu gene unutamazdı işte!
Sonbahar güneşi
çoktaan devrilip gitmişti mor dağların ardına. Gecenin karanlığı iniyordu köye ağır ağır. Oda farkına
varılmaksızın kararıyor, kararıyordu. Derken bu yandaki kapkara dağların
ardından bakır kızılı kocaman bir ay gözüktü. Sonra ağır ağır yükseldi göklere,
saz örtülü dumanlarıyla kerpiç evleri süslemeğe başladı.
Canı ne aş
istiyordu, ne de su.
Gel desen gelmez
miydim? Sana gurbet elde yoldaş, candaş olmaz mıydım?
Sanki
karşısındaydı ve Ali bakıyordu, sadece bakıyordu.
Genç gelin hem ağlıyor,
hem söylüyordu:
- Ketenden
yeleğini bile ben dikmedim miydi? Benim gibi bir öksüze dünyayı neden haram ettin? Yiğitliğine yakışır mıydı
senin? Gurbet acısına dayanacak gücümün
tükendiğini anlamadm mı?
Ali'si susuyor,
boyuna susuyordu. Duvardan ses çıkıyor, Ali'den çıkmıyordu. Sözlerinin ardını
getirdi ağlıya ağlıya:
Vicdansız yedi
yıl oldu sen gideli, diktiğin fidanlar meyveye geldi. Birlikte gittiklerinizin
hepsi yedişer sefer geldiler sılalarına. Durmadın sözünde Ali'm. Sözünde
durmayana erkek demezler biliyor musun? Kavlimizde gidip de dönmemek varmıydı
vefasız?
Fakat Ali hiç ses
vermeden bakmış bakmış, sonra çekip giderken yok! olmuştu âdeta. Bağırmıştı
ardından, bağırmış, bağırmış... Fakat Ali...
Uyandı birden
hayallerinden.
Kalktı usulcak,
gitti kapıya, örttü, kalın tahta sürgüsünü itti. Ne olur ne olmazdı.Yalnız
yaşayan genç bir gelindi. Kara, kuru Hacı kötü dadanmıştı çünkü. Köy
meydanında, kafayı çekip elinde saz, düşüyordu tek gözden ibaret evinin
yakınına. Daha bir günden bir güne ne kapısına dayanıp böyle böyle demiş, ne de
çeşmeye giderken, yahut da tarlanın yolunu tek başına tuttuğunda yolunu
kesmişti. Kesmemiş, lâf da atmamıştı ama, köyün cadı karıları pek
yakıştırmışlar onu Kara Hacı'ya! Yedi yıldır İstanbul'u mesken tutan adamını
düşüne düşüne uykuya daldı.
Devrile kaldığı
yerde mışıl mışıl uyuyordu.
Uykusunda düş.
Düşünde İstanbul
gurbeti. Taşı toprağı altındandı İstanbul gurbetinin. Ali'sini aramağa gitmişti
düşünde. Bulmuştu da. Güzellerin arasındaydı. Bir kıyıdan bakıyordu.
Güzellerden biri dizine başını koyup uzanmıştı boylu boyunca. Bir başkası gümüş
bir kupayla şarap veriyor, daha bir başkası da dudağından öpmeğe uzatıyordu
dudaklarını.
O zaman, o zaman
işte, gizlendiği kıyıdan çıkıvermişti. Ali şaşırmış, bırakıp güzellerini,
koşmuştu yanına. Açmıştı ağzını Ali'sine, yummuştu gözünü:
- İstanbul'u
mesken mi tuttun? Bu güzelleri gördün beni unuttun mu? Sılasına gelmeğe yemin
mi ettin yoksa?
Yarim İstanbul'u
mesken mi tuttun aman
Gördün güzelleri
ben unuttun aman
Beni evinize köle
mi tuttun aman
Gayri dayanacak
özüm kalmadı aman
Mektuba yazacak
sözüm kalmadı aman
Yarim sen gideli
yedi yil oldu aman
Diktigin fidanlar
meyveye döndü aman
Seninle gidenler
silaci oldu aman
Gayri dayanacak
özüm kalmadı aman
Mektuba yazacak
sözüm kalmadı aman
Bilgi:
www.turkuler.com
Yorumlar
Yorum Gönder